2324

BÜYÜK BİR MÜJDE VE HAKİKATLI BİR TESELLİ

   Büyük bir müjde ve Hakikatlı bir teselli

 
Bu bahisler Kur'an-ı Kerim'in bir tefsiri olan ve Bediüzzaman Said Nursî tarafından telif edilen Risale-i Nur Külliyatı'ndan
alınmıştır.
3
“Nass-ı hadîsle, böyle musibetlerde
ehl-i imanın zayi olan malları tam sadaka
hükmündedir. Hususan bu zamanda,
yüz sadaka kadar o fâni malları,
bâki ve daha çok ebedî mallara
inkılab ederler. Onun için sabır içinde
bir cihette şükretmek gerektir. İnşâallah
dünyada dahi o keffaretü’z-zünub
olan zayiatın yerine Erhamü’r-Râhimîn
ihsan eder. Geçmiş olsun, başınız sağ
olsun, faydasız merak etmeyiniz.”
Said Nursî
4
…O masumların fâni malları, onların
hakkında sadaka olup bâki bir
mal hükmüne geçtiği gibi fâni hayatları
dahi bir bâki hayatı kazandıracak
derecede bir nevi şehadet hükmünde
olarak, nisbeten az ve muvakkat bir
meşakkat ve azaptan büyük ve daimî
bir kazancı kazandıran bu zelzele…
5
Meleklere imanın saadet-i dünyeviyeye
medar cüz’î bir numunesi
şudur ki:
İlmihalden iman dersini alan bir
masum çocuğun, yanında ağlayan
ve masum bir kardeşinin vefatı için
vaveylâ eden diğer bir çocuğa: “Ağlama,
şükreyle. Senin kardeşin meleklerle
beraber cennete gitti; orada gezer, bizden
daha iyi keyfedecek, melekler gibi
uçacak, her yeri seyredebilir.” deyip
feryat edenin ağlamasını tebessüme
ve sevince çevirmesidir.
(Şualar 258)
6
اَحْسَنَ كَُّ شَْءٍ خَلَقَهُ
Âyetinin bir sırrını izah eder. Şöyle ki:
Her şeyde, hattâ en çirkin görünen
şeylerde, hakiki bir hüsün ciheti
vardır. Evet, kâinattaki her şey her
hâdise ya bizzat güzeldir, ona hüsn-ü
bizzat denilir. Veya neticeleri cihetiyle
güzeldir ki ona hüsn-ü bilgayr denilir.
Bir kısım hâdiseler var ki zâhirî
çirkin, müşevveştir. Fakat o zâhirî
perde altında gayet parlak güzellikler
ve intizamlar var. Ezcümle:
Bahar mevsiminde fırtınalı yağmur,
çamurlu toprak perdesi altında
nihayetsiz güzel çiçek ve muntazam
7
nebatatın tebessümleri saklanmış. Ve
güz mevsiminin haşin tahribatı, hazîn
firak perdeleri arkasında tecelliyat-ı
celaliye-i Sübhaniyenin mazharı olan
kış hâdiselerinin tazyikinden ve tazibinden
muhafaza etmek için nazdar
çiçeklerin dostları olan nâzenin hayvancıkları
vazife-i hayattan terhis etmekle
beraber, o kış perdesi altında
nâzenin, taze, güzel bir bahara yer
ihzar etmektir. Fırtına, zelzele, veba
gibi hâdiselerin perdeleri altında
gizlenen pek çok manevî çiçeklerin
inkişafı vardır. Tohumlar gibi neşv
ü nemasız kalan birçok istidat çekirdekleri,
zâhirî çirkin görünen hâdiseler
yüzünden sümbüllenip güzelleşir.
Güya umum inkılablar ve küllî tahavvüller,
birer manevî yağmurdur.
8
Fakat insan hem zâhir-perest hem
hodgâm olduğundan zâhire bakıp
çirkinlikle hükmeder. Hodgâmlık cihetiyle
yalnız kendine bakan netice
ile muhakeme ederek şer olduğuna
hükmeder. Halbuki eşyanın insana
ait gayesi bir ise Sâni’inin esmasına
ait binlerdir.
Mesela, kudret-i Fâtıranın büyük
mu’cizelerinden olan dikenli otları ve
ağaçları muzır, manasız telakki eder.
Halbuki onlar, otların ve ağaçların
mücehhez kahramanlarıdırlar. Mesela,
atmaca kuşu serçelere tasliti, zâhiren
rahmete uygun gelmez. Halbuki
serçe kuşunun istidadı, o taslit ile inkişaf
eder. Mesela karı, pek bâridane
ve tatsız telakki ederler. Halbuki o
9
bârid, tatsız perdesi altında o kadar
hararetli gayeler ve öyle şeker gibi
tatlı neticeler vardır ki tarif edilmez.
...
Nasıl ki bize görünen çirkin mahlukların
ve hâdiselerin zâhirî yüzleri
altında gayet güzel ve hikmetli sanat
ve hilkatine bakan güzel yüzler var ki
Sâni’ine bakar ve çok güzel perdeler
var ki hikmetleri saklar ve pek çok
zâhirî intizamsızlıklar ve karışıklıklar
var ki pek muntazam bir kitabet-i
kudsiyedir.
(Sözler 246)
10
Ey insan! Sen kendine mâlik değilsin.
Sen, kudreti nihayetsiz bir Kadîr, rahmeti
hadsiz bir Rahîm-i Zat-ı Zülcelal’in
memlûküsün. Öyle ise sen, kendi hayatını
kendine yükleyip zahmet çekme;
çünkü hayatı veren odur, idare eden de
odur.
Hem dünya sahipsiz değil ki sen kendi
kafana dünya yükünü yüklettirerek
ehvalini düşünüp merak etme; çünkü
onun sahibi Hakîm’dir, Alîm’dir. Sen
de misafirsin; fuzulî olarak karışma,
karıştırma.
Hem insanlar, hayvanlar gibi mevcudat,
başıboş değiller belki vazifedar
memurdurlar. Bir Hakîm-i Rahîm’in
11
nazarındadırlar. Onların âlâm ve meşakkatlerini
düşünüp ruhuna elem
çektirme. Ve onların Hâlık-ı Rahîm’inin
rahmetinden daha ileri şefkatini sürme.
Hem sana düşmanlık vaziyetini alan
mikroptan tâ taun ve tufan ve kaht ve
zelzeleye kadar bütün eşyanın dizginleri,
o Rahîm-i Hakîm’in elindedirler. O
Hakîm’dir, abes iş yapmaz. Rahîm’dir,
rahîmiyeti çoktur. Yaptığı her işinde bir
nevi lütuf var.
(Sözler 701)
* * *
12
Mevti veren odur. Yani, hayat vazifesinden
terhis eder, fâni dünyadan
yerini tebdil eder, külfet-i hizmetten
âzad eder. Yani, hayat-ı fâniyeden,
seni hayat-ı bâkiyeye alır. İşte şu kelime,
şöylece fâni cin ve inse bağırır,
der ki:
Sizlere müjde! Mevt idam değil,
hiçlik değil, fena değil, inkıraz değil,
sönmek değil, firak-ı ebedî değil,
adem değil, tesadüf değil, fâilsiz bir
in’idam değil. Belki bir Fâil-i Hakîm-i
Rahîm tarafından bir terhistir, bir
tebdil-i mekândır. Saadet-i ebediye
tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır.
Yüzde doksan dokuz ahbabın
mecmaı olan âlem-i berzaha bir visal
kapısıdır.
13
...
Ticaret ve memuriyet için mühim
vazifelerle bu dâr-ı imtihan olan dünyaya
gönderilen insanlar, ticaretlerini
yapıp vazifelerini bitirip ve hizmetlerini
itmam ettikten sonra, yine onları
gönderen Hâlık-ı Zülcelal’ine dönecekler
ve Mevla-yı Kerîm’lerine kavuşacaklar.
Yani, bu dâr-ı fâniden gidip
dâr-ı bâkide huzur-u kibriyaya müşerref
olacaklar. Yani, esbab dağdağasından
ve vesaitin karanlık perdelerinden
kurtulup Rabb-i Rahîm’lerine
makarr-ı saltanat-ı ebedîsinde perdesiz
kavuşacaklar. Doğrudan doğruya
herkes, kendi Hâlık’ı ve Mabud’u ve
Rabb’i ve Seyyid’i ve Mâlik’i kim olduğunu
bilecek ve bulacaklar.
14
Ey insan! Bilir misin nereye gidiyorsun
ve nereye sevk olunuyorsun?
Otuz İkinci Söz’ün âhirinde denildiği
gibi: Dünyanın bin sene mesudane
hayatı, bir saat hayatına mukabil
gelmeyen cennet hayatının ve o
cennet hayatının dahi bin senesi, bir
saat rü’yet-i cemaline mukabil gelmeyen
bir Cemil-i Zülcelal’in daire-i
rahmetine ve mertebe-i huzuruna
gidiyorsun. Müptela ve meftun ve
müştak olduğunuz mecazî mahbublarda
ve bütün mevcudat-ı dünyeviyedeki
hüsün ve cemal, onun cilve-i
cemalinin ve hüsn-ü esmasının bir
nevi gölgesi ve bütün cennet, bütün
15
letaifiyle bir cilve-i rahmeti ve bütün
iştiyaklar ve muhabbetler ve incizablar
ve cazibeler, bir lem’a-i muhabbeti
olan bir Mabud-u Lemyezel’in,
bir Mahbub-u Lâyezal’in daire-i huzuruna
gidiyorsunuz ve ziyafetgâh-ı
ebedîsi olan cennete çağrılıyorsunuz.
Öyle ise kabir kapısına ağlayarak değil,
gülerek giriniz.
Ey insan! Fenaya, ademe, hiçliğe,
zulümata, nisyana, çürümeye, dağılmaya
ve kesrette boğulmaya gittiğinizi
tevehhüm edip düşünmeyiniz.
Siz fenaya değil, bekaya gidiyorsunuz.
Ademe değil, vücud-u daimîye
16
sevk olunuyorsunuz. Zulümata değil,
âlem-i nura giriyorsunuz. Sahip ve
Mâlik-i Hakiki’nin tarafına gidiyorsunuz
ve Sultan-ı Ezelî’nin payitahtına
dönüyorsunuz. Kesrette boğulmaya
değil, vahdet dairesinde teneffüs
edeceksiniz. Firaka değil, visale
müteveccihsiniz.
(Mektubat 251)
* * *
17
Bu dünyayı hadsiz enva-ı lütuf ve ihsanıyla
böyle tezyin edip mükrimane
ve şefikane rububiyetini gösteren ve
tohumlar gibi en ehemmiyetsiz cüz’î
şeyleri dahi muhafaza eden bir Sâni’-i
Kerîm ve Rahîm; masnuatı içinde en
mükemmel ve en câmi’ en ehemmiyetli
ve en çok sevdiği masnuu olan
insanı, elbette ve bilbedahe sureten
göründüğü gibi böyle merhametsiz,
âkıbetsiz idam etmez, mahvetmez,
zayi etmez. Belki bir çiftçinin toprağa
serptiği tohumlar gibi başka bir
hayatta sümbül vermek için Hâlık-ı
Rahîm o sevgili masnuunu bir rahmet
kapısı olan toprak altına muvakkaten
atar.
(Lem'alar 277)
18
ON YEDINCI MEKTUP
Çocuk
Taziyenamesi
وَبَشِِّ الصَّابِرٖينَ اَلَّٖينَ اِذَٓا اَصَابَتْهُمْ
مُصٖيبَةٌ قَالُٓوا اِنَّا لِِّٰ وَاِنَّٓا اِلَْهِ رَاجِعُونَ
Kardeşim, çocuğun vefatı beni
müteessir etti. Fakat اَلُْكْمُ لِِّٰ
kazaya rıza, kadere teslim İslâmiyet’in
bir şiarıdır. Cenab-ı Hak sizlere
sabr-ı cemil versin. Merhumu da
size zahîre-i âhiret ve şefaatçi yapsın.
19
Size ve sizin gibi müttaki mü’minlere
büyük bir müjde ve hakiki bir teselli
gösterecek beş noktayı beyan ederiz:
BIRINCI NOKTA
Kur’an-ı Hakîm’de
وِلَْانٌ مَُلَُّونَ
sırrı ve meali şudur ki:
Mü’minlerin kable’l-büluğ vefat
eden evlatları; cennette ebedî, sevimli,
cennete lâyık bir surette daimî
çocuk kalacaklarını ve cennete giden
peder ve validelerinin kucaklarında
ebedî medar-ı sürurları olacaklarını ve
çocuk sevmek ve evlat okşamak gibi
en latîf bir zevki, ebeveynine temine
medar olacaklarını ve her bir lezzetli
20
şeyin cennette bulunduğunu “Cennet,
tenasül yeri olmadığından evlat
muhabbeti ve okşaması olmadığı”nı
diyenlerin hükümleri hakikat olmadığını
hem dünyada on senelik kısa
bir zamanda teellümatla karışık evlat
sevmesine ve okşamasına bedel safi,
elemsiz, milyonlar sene ebedî evlat
sevmesini ve okşamasını kazanmak,
ehl-i imanın en büyük bir medar-ı saadeti
olduğunu şu âyet-i kerîme
وِلَْانٌ مَُلَُّونَ
cümlesiyle işaret ediyor ve müjde
veriyor.
21
İKINCI NOKTA
Bir zaman bir zat, bir zindanda bulunuyor.
Sevimli bir çocuğu yanına
gönderilmiş. O bîçare mahpus hem
kendi elemini çekiyor hem veledinin
istirahatini temin edemediği için onun
zahmetiyle müteellim oluyordu.
Sonra merhametkâr hâkim ona
bir adam gönderir, der ki: “Şu çocuk
çendan senin evladındır fakat
benim raiyetim ve milletimdir. Onu
ben alacağım, güzel bir sarayda
beslettireceğim.”
O adam ağlar, sızlar “Benim medar-
ı tesellim olan evladımı vermeyeceğim.”
der.
22
Ona arkadaşları der ki: “Senin teessüratın
manasızdır. Eğer sen çocuğa
acıyorsan çocuk şu mülevves, ufunetli,
sıkıntılı zindana bedel; ferahlı, saadetli
bir saraya gidecek.
Eğer sen nefsin için müteessir oluyorsan,
menfaatini arıyorsan; çocuk
burada kalsa muvakkaten şüpheli bir
menfaatinle beraber, çocuğun meşakkatlerinden
çok sıkıntı ve elem çekmek
var.
Eğer oraya gitse sana bin menfaati
var. Çünkü padişahın merhametini
celbe sebep olur, sana şefaatçi hükmüne
geçer. Padişah, onu seninle görüştürmek
arzu edecek. Elbette görüşmek
için onu zindana göndermeyecek,
belki seni zindandan çıkarıp o saraya
23
celbedecek, çocukla görüştürecek. Şu
şartla ki padişaha emniyetin ve itaatin
varsa…”
İşte şu temsil gibi aziz kardeşim, senin
gibi mü’minlerin evladı vefat ettikleri
vakit şöyle düşünmeli: Şu veled
masumdur, onun Hâlık’ı dahi Rahîm
ve Kerîm’dir. Benim nâkıs terbiye ve
şefkatime bedel, gayet kâmil olan
inayet ve rahmetine aldı. Dünyanın
elemli, musibetli, meşakkatli zindanından
çıkarıp cennetü’l-firdevsine
gönderdi. O çocuğa ne mutlu! Şu
dünyada kalsaydı kim bilir ne şekle
girerdi? Onun için ben ona acımıyorum,
bahtiyar biliyorum. Kaldı kendi
nefsime ait menfaati için kendime
24
dahi acımıyorum, elîm müteessir
olmuyorum.
Çünkü dünyada kalsaydı on senelik,
muvakkat, elemle karışık bir evlat
muhabbeti temin edecekti. Eğer salih
olsaydı, dünya işinde muktedir olsaydı
belki bana yardım edecekti. Fakat
vefatıyla, ebedî cennette on milyon
sene bana evlat muhabbetine medar
ve saadet-i ebediyeye vesile bir
şefaatçi hükmüne geçer. Elbette ve
elbette meşkuk, muaccel bir menfaati
kaybeden, muhakkak ve müeccel
bin menfaati kazanan; elîm teessürat
göstermez, meyusane feryat etmez.
25
ÜÇÜNCÜ NOKTA
Vefat eden çocuk, bir Hâlık-ı
Rahîm’in mahluku, memlûkü, abdi
ve bütün heyetiyle onun masnûu ve
ona ait olarak ebeveyninin bir arkadaşı
idi ki muvakkaten ebeveyninin
nezaretine verilmiş. Peder ve valideyi
ona hizmetkâr etmiş. Ebeveyninin
o hizmetlerine mukabil, muaccel bir
ücret olarak lezzetli bir şefkat vermiş.
Şimdi binden dokuz yüz doksan dokuz
hisse sahibi olan o Hâlık-ı Rahîm,
mukteza-yı rahmet ve hikmet olarak
o çocuğu senin elinden alsa, hizmetine
hâtime verse surî bir hisse ile
hakiki bin hisse sahibine karşı şekvayı
andıracak bir tarzda meyusane
26
hüzün ve feryat etmek ehl-i imana
yakışmaz, belki ehl-i gaflet ve dalalete
yakışıyor.
DÖRDÜNCÜ NOKTA
Eğer dünya ebedî olsaydı, insan
içinde ebedî kalsaydı ve firak ebedî
olsaydı elîmane teessürat ve meyusane
teellümatın bir manası olurdu.
Fakat madem dünya bir misafirhanedir,
vefat eden çocuk nereye gitmişse
siz de biz de oraya gideceğiz. Ve hem
bu vefat ona mahsus değil, umumî
bir caddedir. Hem madem müfarakat
dahi ebedî değil; ileride hem berzahta
hem cennette görüşülecektir.
27
اَلُْكْمُ لِِّٰ
demeli. O verdi, o aldı.
اَلَْمْدُ لِِّٰ عَٰ كُِّ حَالٍ
sabır ile şükretmeli.
BEŞINCI NOKTA
Rahmet-i İlahiyenin en latîf en güzel
en hoş en şirin cilvelerinden olan
şefkat, bir iksir-i nuranidir. Aşktan
çok keskindir. Çabuk Cenab-ı Hakk’a
vusule vesile olur. Nasıl aşk-ı mecazî
ve aşk-ı dünyevî pek çok müşkülatla
aşk-ı hakikiye inkılab eder, Cenab-ı
Hakk’ı bulur. Öyle de şefkat –fakat
müşkülatsız– daha kısa, daha safi bir
tarzda kalbi Cenab-ı Hakk’a rabteder.
28
Gerek peder ve gerek valide, veledini
bütün dünya gibi severler. Veledi
elinden alındığı vakit, eğer bahtiyar
ise hakiki ehl-i iman ise dünyadan yüzünü
çevirir, Mün’im-i Hakiki’yi bulur.
Der ki: “Dünya madem fânidir, değmiyor
alâka-i kalbe.” Veledi nereye
gitmişse oraya karşı bir alâka peyda
eder, büyük manevî bir hal kazanır.
Ehl-i gaflet ve dalalet, şu beş hakikatteki
saadet ve müjdeden mahrumdurlar.
Onların hali ne kadar
elîm olduğunu şununla kıyas ediniz
ki gayet sevdiği sevimli bir tek çocuğunu
sekeratta görüp –dünyada
tevehhüm-ü ebediyet hükmünce
29
gaflet veya dalalet neticesinde; mevti,
adem ve firak-ı ebedî tasavvur ettiğinden–
yumuşak döşeğine bedel
kabrin toprağını düşünüp gaflet veya
dalalet cihetiyle, Erhamü’r-Râhimîn’in
cennet-i rahmetini, firdevs-i nimetini
düşünmediğinden ne kadar meyusane
bir hüzün ve elem çektiğini kıyas
edebilirsin.
Fakat vesile-i saadet-i dâreyn olan
iman ve İslâmiyet, mü’mine der ki:
Şu sekeratta olan çocuğun Hâlık-ı
Rahîm’i, onu bu pis dünyadan çıkarıp
cennetine götürecek. Hem sana şefaatçi
hem ebedî bir evlat yapacak.
Müfarakat muvakkattır, merak etme
30
اَلُْكْمُ لِِّٰ
اِنَّا لِِّٰ وَاِنَّٓا اِلَْهِ رَاجِعُونَ
de, sabret.
اَلَْاقٖ هُوَ الَْاقٖ
Said Nursî
* * *
31
Gayet mühim, iki şıklı bir suale
gayet muhtasar ve kuvvetli
bir cevaptır.
Sualin birinci şıkkı: Bu makamda
diyorsun ki kâinatı hüsün ve cemal
ve güzellik ve adalet ihata etmiştir.
Halbuki gözümüz önünde bu kadar
çirkinliklere ve musibetlere ve hastalıklara
ve beliyyelere ve ölümlere ne
diyeceksin?
Elcevap: Çok güzellikleri intac veya
izhar eden bir çirkinlik dahi dolayısıyla
bir güzelliktir. Ve çok güzelliklerin
görünmemesine ve gizlenmesine
sebep olan bir çirkinliğin yok olması,
görünmemesi; yalnız bir değil, belki
müteaddid defa çirkindir. Mesela,
32
vâhid-i kıyasî gibi bir kubuh bulunmazsa
hüsnün hakikati bir tek nevi
olur, pek çok mertebeleri gizli kalır.
Ve kubhun tedahülü ile mertebeleri
inkişaf eder. Nasıl ki soğuğun vücuduyla
hararetin mertebeleri ve karanlığın
bulunmasıyla ziyanın dereceleri
tezahür eder. Aynen öyle de cüz’î
şer ve zarar ve musibet ve çirkinliğin
bulunmasıyla küllî hayırlar ve küllî
menfaatler ve küllî nimetler ve küllî
güzellikler tezahür ederler. Demek
çirkinin icadı çirkin değil, güzeldir.
Çünkü neticelerin çoğu güzeldir.
Evet yağmurdan zarar gören tembel
bir adam, yağmura rahmet namını
verdiren hayırlı neticelerini hükümden
ıskat etmez, rahmeti zahmete
çeviremez.
33
Amma fena ve zeval ve mevt ise
Yirmi Dördüncü Mektup’ta gayet
kuvvetli ve kat’î bürhanlar ile ispat
edilmiş ki onlar, umumî rahmete ve
ihatalı hüsne ve şümullü hayra münafî
değiller, belki muktezalarıdırlar.
Hattâ şeytanın dahi manevî terakkiyat-
ı beşeriyenin zembereği olan
müsabakaya ve mücahedeye sebep
olduğundan o nev’in icadı dahi hayırdır,
o cihette güzeldir. Hem hattâ
kâfir, küfür ile bütün kâinatın hukukuna
bir tecavüz ve şerefini tahkir ettiğinden
ona cehennem azabı vermek
güzeldir. Başka risalelerde bu iki nokta
tamamen tafsil edildiğinden burada
bir kısa işaretle iktifa ediyoruz.
34
Sualin ikinci şıkkı: (Hâşiye) Haydi
şeytana ve kâfire ait bu cevabı
umumî noktasında kabul edelim. Fakat
Cemil-i Mutlak ve Rahîm-i Mutlak
ve hayr-ı mutlak olan Zat-ı Ganiyy-i
Ale’l-ıtlak, nasıl oluyor ki bîçare cüz’î
fertleri ve şahısları musibete, şerre,
çirkinliğe müptela ediyor?
Elcevap: Ne kadar iyilik ve güzellik
ve nimet varsa doğrudan doğruya o
Cemil ve Rahîm-i Mutlak’ın hazine-i
rahmetinden ve ihsanat-ı hususiyesinden
gelir. Ve musibet ve şerler ise
saltanat-ı rububiyetin âdetullah namı
altında ve küllî iradelerin mümessilleri
olan umumî ve küllî kanunlarının
Hâşiye: Bu ikinci şıkkın cevabı çok mühimdir,
çok evhamı izale eder.
35
çok neticelerinden tek tük, cüz’î neticeleri
olmasından, o kanunlar cereyanının
cüz’î muktezaları olduğundan,
elbette küllî maslahatlara medar
olan o kanunları muhafaza ve riayet
etmek için o şerli, cüz’î neticeleri dahi
halk eder.
Fakat o cüz’î ve elîm neticelere
karşı, imdadat-ı hâssa-i Rahmaniye
ve ihsanat-ı hususiye-i Rabbaniye ile
musibete düşen efradın feryatlarına
ve beliyyelere giriftar olan eşhasın
istigaselerine yetişir. Ve fâil-i muhtar
olduğunu ve her bir şeyin her bir işi,
onun meşietine bağlı bulunduğunu
ve umum kanunları dahi daima irade
36
ve ihtiyarına tabi bulunmalarını ve o
kanunların tazyikinden feryat eden
fertleri, bir Rabb-i Rahîm dinlediğini
ve imdatlarına ihsanıyla yetiştiğini
göstermekle; esma-i hüsnanın kayıtsız
ve hadsiz cilvelerine, hadsiz ve kayıtsız
bir meydan açmak için o küllî
âdetullah düsturlarının ve o umumî
kanunların şüzuzatıyla ve hem şerli
cüz’î neticeleriyle, hususi ihsanat ve
hususi teveddüdat, yani sevdirmekle
hususi tecelliyat kapılarını açmıştır.
(Şualar 30)
37
Sırr-ı tevhid ile Rahman ve Rahîm
olan Zat-ı Zülcelal’in umumî kanunların
tazyikatları ve hâdisatın tehacümatı
altında ağlayan ve sızlayan o
sevimli memlûklerine, kanunların fevkinde
olarak ihsanat-ı hususiyesi ve
imdadat-ı hâssası ve doğrudan doğruya
her şeye karşı rububiyet-i hususiyesi
ve her şeyin tedbirini bizzat
kendisi görmesi ve her şeyin derdini
bizzat dinlemesi ve her şeyin hakiki
mâliki, sahibi, hâmisi olduğunu sırr-ı
Kur’an ve nur-u iman ile bildim.
(Şualar 10)
* * *
38
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Bu şiddetli kışta ve manevî, dehşetli
ayrı tarz bir kışta ve nev-i beşer
içtimaî hayatında müthiş, kanlı diğer
tarz bir kışta çırpınan bîçarelere, rikkat-
i cinsiye ve şefkat-i neviye cihetinden
gayet derecede bir hüzün ve
elem hissettim. Çok yerlerde beyan
ettiğim gibi yine Erhamü’r-Râhimîn
ve Ahkemü’l-Hâkimîn olan onların
Hâlık-ı Kerîm ve Rahîm’in hikmet ve
rahmeti, benim kalbimin imdadına
yetişti. Manen denildi ki:
“Senin bu şiddet-i teessürün, o
Hakîm ve Rahîm’in hikmetini, rahmetini
bir nevi tenkit hükmüne geçer.
39
Rahmet-i İlahiyeden ileri şefkat olunmaz.
Hikmet-i Rabbaniyeden daha
ekmel hikmet, daire-i imkânda olamaz.
Âsiler cezalarını; masumlar, mazlumlar
zahmetlerinden on derece
ziyade mükâfatlarını alacaklarını düşün.
Senin daire-i iktidarın haricinde
olan hâdisata, onun merhamet
ve hikmet ve adaleti ve rububiyeti
noktasında bakmalısın.” B en d e o
lüzumsuz, şiddetli elem-i şefkatten
kurtuldum.
...
Her bir unsurun, maddî ve manevî
kış ve zelzele gibi hâdiselerin yüzer
hayırlı neticeleri ve gayeleri varken;
şerli ve zararlı bir tek neticesi için
onu vazifesinden durdurmak, o yüzer
40
hayırlı neticeleri terk etmekle, yüzer
şer yapmak, tâ bir tek şer gelmesin
gibi hikmete, hakikate, rububiyete
münafî olur. Fakat küllî kanunların
tazyikinden feryat eden fertlere,
inayat-ı hâssa ve imdadat-ı hususiye
ile ve ihsanat-ı mahsusa ile Rahmanu’r-
Rahîm her bîçarenin imdadına
yetişebilir. Dertlerine derman yetiştirir.
Fakat o ferdin hevesiyle değil, hakiki
menfaatiyle yardım eder. Bazen
dünyada istediği bir cama mukabil,
âhirette bir elmas verir.
* * *
41
Zelzele Bahsi
ON DÖRDÜNCÜ SÖZ’ÜN ZEYLI
اِذَا زُلْزِلَتِ الَْرْضُ زِلْزَالَهَا واَخَرْجَتَِ
الَْرْضُ اَثْقَالَهَا وَ قاَلَ الِْنسَْانُ مَالهََا
يوَْمَئذٍِ تُدَِّثُ اخَْباَرَهَا باِنََّ رَبكََّ
اَوْحٰ لَهَا ... الخ
Şu sure kat’iyen ifade ediyor ki:
Küre-i arz, hareket ve zelzelesinde
vahiy ve ilhama mazhar olarak
emir tahtında depreniyor. Bazen de
titriyor.
42
Manevî ve ehemmiyetli bir canibden
şimdiki zelzele münasebetiyle altı yedi
cüz’î suale karşı, yine manevî ihtar yardımıyla
cevapları kalbe geldi. Tafsilen yazmak
kaç defa niyet ettimse de izin verilmedi.
Yalnız icmalen kısacık yazılacak.
Birinci Sual:
Bu büyük zelzelenin maddî musibetinden
daha elîm manevî bir musibeti
olarak şu zelzelenin devamından
gelen korku ve meyusiyet, ekser
halkın ekser memlekette gece istirahatini
selbederek dehşetli bir azap
vermesi nedendir?
Yine manevî cevap:
Şöyle denildi ki ramazan-ı şerifin teravih
vaktinde kemal-i neşe ve sürur
ile sarhoşçasına gayet heveskârane
43
şarkıları ve bazen kızların sesleriyle,
radyo ağzıyla bu mübarek merkez-i
İslâmiyet’in her köşesinde cazibedarane
işittirilmesi, bu korku azabını
netice verdi.
İkinci Sual:
Niçin gâvurların memleketlerinde
bu semavî tokat başlarına gelmiyor,
bu bîçare Müslümanlara iniyor?
Elcevap:
Büyük hatalar ve cinayetler tehir ile
büyük merkezlerde ve küçücük cinayetler
tacil ile küçük merkezlerde verildiği
gibi; mühim bir hikmete binaen
ehl-i küfrün cinayetlerinin kısm-ı a’zamı,
mahkeme-i kübra-yı haşre tehir
edilerek ehl-i imanın hataları, kısmen
44
bu dünyada cezası verilir. (Hâşiye)
Üçüncü Sual:
Bazı eşhasın hatasından gelen
bu musibet, bir derece memlekette
umumî şekle girmesinin sebebi
nedir?
Elcevap:
Umumî musibet, ekseriyetin hatasından
ileri gelmesi cihetiyle, ekser
nâsın o zalim eşhasın harekâtına fiilen
veya iltizamen veya iltihaken taraftar
olmasıyla manen iştirak eder,
musibet-i âmmeye sebebiyet verir.
Hâşiye: Hem Rus gibi olanlar, mensuh ve tahrif
edilmiş bir dini terk etmekle, hak ve ebedî ve kabil-
i nesh olmayan bir dine ihanet etmek derecesinde
gayretullaha dokunmadığından, zemin
şimdilik onları bırakıp bunlara hiddet ediyor.
45
Dördüncü Sual:
Madem bu zelzele musibeti, hataların
neticesi ve keffaretü’z-zünubdur.
Masumların ve hatasızların o musibet
içinde yanması nedendir? Adaletullah
nasıl müsaade eder?
Yine manevî canibden elcevap:
Bu mesele sırr-ı kadere taalluk ettiği
için Risale-i Kader’e havale edip
yalnız burada bu kadar denildi:
وَاتَّقُوا فِتْنَةً لَ تُصٖيبََّ الًَّٖينَ ظَلَمُوا مِنْكُمْ خَاصَّة
Yani “Bir bela, bir musibetten çekininiz
ki geldiği vakit yalnız zalimlere
mahsus kalmayıp masumları da yakar.”
46
Şu âyetin sırrı şudur ki:
Bu dünya bir meydan-ı tecrübe ve
imtihandır ve dâr-ı teklif ve mücahededir.
İmtihan ve teklif iktiza ederler
ki hakikatler perdeli kalıp tâ müsabaka
ve mücahede ile Ebubekirler a’lâyı
illiyyîne çıksınlar ve Ebucehiller esfel-
i safilîne girsinler.
Eğer masumlar böyle musibetlerde
sağlam kalsaydılar Ebucehiller aynen
Ebubekirler gibi teslim olup mücahede
ile manevî terakki kapısı kapanacaktı
ve sırr-ı teklif bozulacaktı.
47
Madem mazlum, zalim ile beraber
musibete düşmek, hikmet-i İlahîce lâzım
geliyor. Acaba o bîçare mazlumların
rahmet ve adaletten hisseleri nedir?
Bu suale karşı cevaben denildi ki:
O musibetteki gazap ve hiddet içinde
onlara bir rahmet cilvesi var. Çünkü
o masumların fâni malları, onların
hakkında sadaka olup bâki bir mal
hükmüne geçtiği gibi fâni hayatları
dahi bir bâki hayatı kazandıracak derecede
bir nevi şehadet hükmünde
olarak, nisbeten az ve muvakkat bir
meşakkat ve azaptan büyük ve daimî
bir kazancı kazandıran bu zelzele,
onlar hakkında ayn-ı gazap içinde
bir rahmettir.
48
Beşinci Sual:
Âdil ve Rahîm, Kadîr ve Hakîm, neden
hususi hatalara hususi ceza vermeyip
koca bir unsuru musallat eder.
Bu hal cemal-i rahmetine ve şümul-ü
kudretine nasıl muvafık düşer?
Elcevap:
Kadîr-i Zülcelal, her bir unsura çok
vazifeler vermiş ve her bir vazifede
çok neticeler verdiriyor. Bir unsurun
bir tek vazifesinde, bir tek neticesi
çirkin ve şer ve musibet olsa da sair
güzel neticeler, bu neticeyi de güzel
hükmüne getirir. Eğer bu tek çirkin
netice vücuda gelmemek için insana
karşı hiddete gelmiş o unsur, o
vazifeden men’edilse o vakit o güzel
neticeler adedince hayırlar terk edilir.
49
Ve lüzumlu bir hayrı yapmamak, şer
olması haysiyetiyle; o hayırlar adedince
şerler yapılır. Tâ bir tek şer gelmesin
gibi gayet çirkin ve hilaf-ı hikmet
ve hilaf-ı hakikat bir kusurdur. Kudret
ve hikmet ve hakikat kusurdan
münezzehtirler.
Madem bir kısım hatalar, unsurları
ve arzı hiddete getirecek derecede
bir şümullü isyandır ve çok mahlukatın
hukukuna bir tahkirli tecavüzdür.
Elbette o cinayetin fevkalâde çirkinliğini
göstermek için koca bir unsura,
küllî vazifesi içinde “Onları terbiye
et!” diye emir verilmesi ayn-ı hikmettir
ve adalettir ve mazlumlara ayn-ı
rahmettir.
50
Altıncı Sual:
Zelzele, küre-i arzın içinde inkılabat-
ı madeniyenin neticesi olduğunu
ehl-i gaflet işaa edip âdeta tesadüfî
ve tabiî ve maksatsız bir hâdise nazarıyla
bakarlar. Bu hâdisenin manevî
esbabını ve neticelerini görmüyorlar
tâ ki intibaha gelsinler. Bunların istinad
ettiği maddenin bir hakikati var
mıdır?
Elcevap:
Dalaletten başka hiçbir hakikati
yoktur.
Çünkü her sene elli milyondan ziyade
münakkaş, muntazam gömlekleri
giyen ve değiştiren küre-i arzın
üstünde binler envaın bir tek nev’i
51
olan, mesela, sinek taifesinden hadsiz
efradından bir tek ferdin yüzer azasından
bir tek uzvu olan kanadının
kasd ve irade ve meşiet ve hikmet
cilvesine mazhariyeti ve ona lâkayt
kalmaması ve başıboş bırakmaması
gösteriyor ki değil hadsiz zîşuurun
beşiği ve anası ve mercii ve hâmisi
olan koca küre-i arzın ehemmiyetli
ef’al ve ahvali belki hiçbir şeyi –cüz’î
olsun küllî olsun– irade ve ihtiyar ve
kasd-ı İlahî haricinde olmaz.
Fakat Kadîr-i Mutlak hikmetinin
muktezasıyla zâhir esbabı tasarrufatına
perde ediyor. Zelzeleyi irade ettiği
vakit, bazen de bir madeni harekete
emredip, ateşlendiriyor. Haydi madenî
inkılabat dahi olsa yine emir ve
hikmet-i İlahî ile olur, başka olamaz.
52
Mesela, bir adam bir tüfek ile birisini
vurdu. Vuran adama hiç bakılmasa
yalnız fişekteki barutun ateş
alması noktasına hasr-ı nazar edip
bîçare maktûlün büsbütün hukukunu
zayi etmek, ne derece belâhet ve
divaneliktir.
Aynen öyle de Kadîr-i Zülcelal’in
musahhar bir memuru, belki bir gemisi,
bir tayyaresi olan küre-i arzın
içinde bulunan ve hikmet ve irade
ile iddihar edilen bir bombayı, ehl-i
gaflet ve tuğyanı uyandırmak için
“Ateşlendir!” diye olan emr-i Rabbanîyi
unutmak ve tabiata sapmak,
hamakatin en eşneidir.
53
Altıncı Sualin Tetimmesi
ve Hâşiyesi:
Ehl-i dalalet ve ilhad, mesleklerini
muhafaza ve ehl-i imanın intibahlarına
mukabele ve mümanaat etmek
için o derece garib bir temerrüd ve
acib bir hamakat gösteriyorlar ki insanı
insaniyetten pişman eder.
Mesela, bu âhirde beşerin bir derece
umumiyet şeklini alan zulümlü,
zulümatlı isyanından, kâinat ve anâsır-
ı külliye kızdıklarından ve Hâlık-ı
arz ve semavat dahi değil hususi bir
rububiyet belki bütün kâinatın, bütün
âlemlerin Rabb’i ve Hâkim’i haysiyetiyle,
küllî ve geniş bir tecelli ile
kâinatın heyet-i mecmuasında ve rububiyetin
daire-i külliyesinde nev-i
54
insanı uyandırmak ve dehşetli tuğyanından
vazgeçirmek ve tanımak istemedikleri
kâinat Sultanı’nı tanıttırmak
için emsalsiz, kesilmeyen bir su,
hava ve elektrikten; zelzeleyi, fırtınayı
ve Harb-i Umumî gibi umumî ve
dehşetli âfatı nev-i insanın yüzüne
çarparak onunla hikmetini, kudretini,
adaletini, kayyumiyetini, iradesini
ve hâkimiyetini pek zâhir bir surette
gösterdiği halde; insan suretinde bir
kısım ahmak şeytanlar ise o küllî işarat-
ı Rabbaniyeye ve terbiye-i İlahiyeye
karşı eblehane bir temerrüd ile
mukabele edip diyorlar ki: “Tabiattır,
bir madenin patlamasıdır, tesadüfîdir.
Güneşin harareti elektrikle çarpmasıdır
ki Amerika’da beş saat bütün
makineleri durdurmuş ve Kastamonu
55
vilayeti cevvinde ve havasında semayı
kızartmış, yangın suretini vermiş.”
diye manasız hezeyanlar ediyorlar.
Dalaletten gelen hadsiz bir cehalet
ve zındıkadan neş’et eden çirkin
bir temerrüd sebebiyle bilmiyorlar ki
esbab yalnız birer bahanedirler, birer
perdedirler. Dağ gibi bir çam ağacının
cihazatını dokumak ve yetiştirmek
için bir köy kadar yüz fabrika ve
tezgâh yerine küçücük çekirdeği gösterir:
“İşte bu ağaç bundan çıkmış.”
diye Sâni’inin o çamdaki gösterdiği
bin mu’cizatı inkâr eder misillü bazı
zâhirî sebepleri irae eder. Hâlık’ın ihtiyar
ve hikmet ile işlenen pek büyük
bir fiil-i rububiyetini hiçe indirir.
56
Bazen gayet derin ve bilinmez ve
çok ehemmiyetli, bin cihette de hikmeti
olan bir hakikate fennî bir nam
takar. Güya o nam ile mahiyeti anlaşıldı,
âdileşti, hikmetsiz, manasız
kaldı. İşte gel! Belâhet ve hamakatin
nihayetsiz derecelerine bak ki yüz sahife
ile tarif edilse ve hikmetleri beyan
edilse ancak tamamıyla bilinecek
derin ve geniş bir hakikat-i meçhuleye
bir nam takar, malûm bir şey gibi:
“Bu budur.” der. Mesela “Güneşin bir
maddesi, elektrikle çarpmasıdır.”
Hem birer irade-i külliye ve birer
ihtiyar-ı âmm ve birer hâkimiyet-i neviyenin
unvanları bulunan ve “âdetullah”
namıyla yâd edilen fıtrî kanunların
birisine, hususi ve kasdî bir
57
hâdise-i rububiyeti ircâ eder. O ircâ ile
onun nisbetini irade-i ihtiyariyeden
keser; sonra tutar tesadüfe, tabiata
havale eder. Ebucehil’den ziyade muzaaf
bir echeliyet gösterir. Bir neferin
veya bir taburun zaferli harbini bir
nizam ve kanun-u askeriyeye isnad
edip kumandanından, padişahından,
hükûmetinden ve kasdî harekâttan
alâkasını keser misillü âsi bir divane
olur.
Hem meyvedar bir ağacın bir çekirdekten
icadı gibi bir tırnak kadar
bir odun parçasından çok mu’cizatlı
bir usta, yüz okka muhtelif taamları,
yüz arşın muhtelif kumaşları yapsa
bir adam o odun parçasını gösterip
dese: “Bu işler, tabiî ve tesadüfî olarak
58
bundan olmuş.” o ustanın hârika sanatlarını,
hünerlerini hiçe indirse ne derece
bir hamakattir. Aynen öyle de…
Yedinci Sual:
Bu hâdise-i arziye, bu memleketin
ahali-i İslâmiyesine bakması ve onları
hedef etmesi ne ile anlaşılıyor ve
neden Erzincan ve İzmir taraflarına
daha ziyade ilişiyor?
Elcevap:
Bu hâdise hem şiddetli kışta hem
karanlıklı gecede hem dehşetli soğukta
hem ramazanın hürmetini tutmayan
bu memlekete mahsus olması
hem tahribatından intibaha gelmediklerinden,
hafifçe gafilleri uyandırmak
için o zelzelenin devam etmesi
gibi çok emarelerin delâletiyle bu
59
hâdise ehl-i imanı hedef edip, onlara
bakıp namaza ve niyaza uyandırmak
için sarsıyor ve kendisi de titriyor. Bîçare
Erzincan gibi yerlerde daha ziyade
sarsmasının iki vechi var:
Biri: Hataları az olmak cihetiyle temizlemek
için tacil edildi.
İkincisi: O gibi yerlerde kuvvetli ve
hakikatli iman muhafızları ve İslâmiyet
hâmileri az veya tam mağlup olmak
fırsatıyla, ehl-i zındıkanın orada
tesirli bir merkez-i faaliyet tesisleri cihetiyle
en evvel oraları tokatladı ihtimali
var.
لَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّ الّٰلُ
سُبْحَانَكَ لَ عِلْمَ لََٓا اِلَّ مَا عَلَّمْتَنَٓا
اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الَْكٖيمُ
60
(On Dördüncü Söz'den)
Hâtime
يَٰوةُ الدُّنْيَٓا اِلَّ مَتَاعُ الْغُرُورِ وَمَا الْ
Ey gaflete dalıp ve bu hayatı tatlı
görüp ve âhireti unutup dünyaya talip
bedbaht nefsim! Bilir misin neye
benzersin? Deve kuşuna… Avcıyı görür,
uçamıyor; başını kuma sokuyor,
tâ avcı onu görmesin. Koca gövdesi
dışarıda. Avcı görür. Yalnız o, gözünü
kum içinde kapamış, görmez.
61
Ey nefis! Şu temsile bak, gör; nasıl
dünyaya hasr-ı nazar, aziz bir lezzeti,
elîm bir eleme kalbeder.
Mesela, şu karyede yani Barla’da iki
adam bulunur. Birisinin yüzde doksan
dokuz ahbabı İstanbul’a gitmişler,
güzelce yaşıyorlar. Yalnız bir tek
burada kalmış, o dahi oraya gidecek.
Bunun için şu adam İstanbul’a müştaktır,
orayı düşünür. Ahbaba kavuşmak
ister. Ne vakit ona denilse “Oraya
git!”, sevinip gülerek gider. İkinci
adam ise yüzde doksan dokuz dostları
buradan gitmişler. Bir kısmı mahvolmuşlar.
Bir kısmı ne görür ne de
görünür yerlere sokulmuşlar. Perişan
olup gitmişler, zanneder. Şu bîçare
adam ise bütün onlara bedel yalnız
62
bir misafire ünsiyet edip teselli bulmak
ister. Onunla o elîm âlâm-ı firakı
kapamak ister.
Ey nefis! Başta Habibullah, bütün
ahbabın kabrin öbür tarafındadırlar.
Burada kalan bir iki tane ise onlar
da gidiyorlar. Ölümden ürküp kabirden
korkup başını çevirme. Merdane
kabre bak; dinle, ne talep eder. Erkekçesine
ölümün yüzüne gül; bak,
ne ister. Sakın gafil olup ikinci adama
benzeme.
Ey nefsim! Deme: “Zaman değişmiş,
asır başkalaşmış, herkes
dünyaya dalmış, hayata perestiş
eder. Derd-i maişetle sarhoştur.”
Çünkü ölüm değişmiyor. Firak,
bekaya kalbolup başkalaşmıyor.
63
Acz-i beşerî, fakr-ı insanî değişmiyor,
ziyadeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor,
sürat peyda ediyor.
Hem deme: “Ben de herkes gibiyim.”
Çünkü herkes sana kabir kapısına
kadar arkadaşlık eder. Herkesle musibette
beraber olmak demek olan
teselli ise kabrin öbür tarafında pek
esassızdır.
Hem kendini başıboş zannetme.
Zira şu misafirhane-i dünyada nazar-
ı hikmetle baksan hiçbir şeyi nizamsız,
gayesiz göremezsin. Nasıl
sen nizamsız, gayesiz kalabilirsin?
Zelzele gibi vakıalar olan şu hâdisat-
ı kevniye, tesadüf oyuncağı
değiller.
64
Mesela, zemine nebatat ve hayvanat
envaından giydirilen birbiri üstünde,
birbiri içinde, gayet muntazam ve
gayet münakkaş gömlekler; baştan
aşağıya kadar gayelerle, hikmetlerle
müzeyyen, mücehhez olduklarını
gördüğün ve gayet âlî gayeler içinde
kemal-i intizam ile meczup mevlevî
gibi devredip döndürmesini bildiğin
halde, nasıl oluyor ki küre-i arzın
benî-Âdem’den, bâhusus ehl-i imandan
beğenmediği bir kısım etvar-ı gafletin
sıklet-i maneviyesinden omuz
silkmeye benzeyen zelzele gibi (Hâşiye)
mevt-âlûd hâdisat-ı hayatiyesini;
bir mülhidin neşrettiği gibi gayesiz,
tesadüfî zannederek bütün
Hâşiye: İzmir’in zelzelesi münasebetiyle
yazılmıştır.
65
musibetzedelerin elîm zayiatını bedelsiz,
hebaen mensur gösterip müthiş
bir yeise atarlar. Hem büyük bir
hata hem büyük bir zulmederler.
Belki öyle hâdiseler, bir Hakîm-i
Rahîm’in emriyle ehl-i imanın fâni
malını, sadaka hükmüne çevirip ibka
etmektir ve küfran-ı nimetten gelen
günahlara keffarettir. Nasıl ki bir gün
gelecek, şu musahhar zemin, yüzünün
ziyneti olan âsâr-ı beşeriyeyi
şirk-âlûd, şükürsüz görüp çirkin bulur.
Hâlık’ın emriyle büyük bir zelzele ile
bütün yüzünü siler, temizler. Allah’ın
emriyle ehl-i şirki cehenneme döker.
Ehl-i şükre “Haydi, cennete buyurun!”
der.
* * *